Yapay Zekalı Geleceğe Hazırlanmak Gerek
Komünist Partisi’nin iradesiyle kapitalizmi geliştiren ve ülkenin altyapısını büyük bir hızla komünizme hazırlayan Çin Halk Cumhuriyeti’nde önemli şeyler oluyor. İzlemenizi tavsiye ederiz. Bu makale, Çin’de Yapay Zeka (Artificial Intelligence) alanında erişilen düzey ve ortaya çıkan sorunlar hakkında bizi kabaca aydınlatıyor
Hızla ilerleyen yapay zekâ (YZ) teknolojisi iş gücü piyasasını yeniden şekillendirmeye başlarken, Çinli gençler hem ciddi zorluklarla hem de önemli fırsatlarla karşı karşıya kalıyor.
Pekin’de yaşayan 28 yaşındaki Hua Yilian, 2024 yılında yapay zekâ (YZ) sektöründe işe girdikten sonra teknolojinin istihdam piyasası üzerindeki etkisini tüm açıklığıyla yaşadı.
Büyük bir model şirkette iş geliştirme uzmanı olarak çalışan Hua, bir yapay zekâ çeviri sisteminin hayata geçirilmesine öncülük etti. Ancak kutlama neredeyse anında sona erdi. Sistemi eğitmek için onunla birlikte günlerce çalışan bir dil uzmanı, sistem devreye girer girmez işten çıkarıldı.
Hua başından geçenleri şöyle anlattı:
“Yapay zekânın pek çok işi devralacağını biliyordum. Ama bunu şahsen yaşamak insanı sarsıyor. Her gün birlikte çalıştığınız, titiz ve emekçi bir arkadaşınızın, başarıya ulaşmasına katkı sunduğu projenin kurbanı olduğunu görmek kolay değil.”
Hua’nın deneyimi, Çin’de dönüşen yapay zekâ (YZ) istihdam piyasasının keskin çelişkisini yansıtıyor: Bir yanda büyük fırsatlar, diğer yanda geleneksel rollerin hızla ortadan kalkması. Pek çok işçi değişen iş ortamında kendine yer bulma kaygısı yaşarken, ortaya çıkan tablo hem umut hem de belirsizlik taşıyor.
McKinsey Danışmanlık şirketinin raporuna göre Çin’in 2030 yılına kadar yaklaşık 6 milyon yapay zekâ uzmanına ihtiyacı olacak. Ancak mevcut yerli yetenek havuzu bu ihtiyacın yalnızca üçte birini karşılayabilecek; bu da yaklaşık 4 milyon kişilik bir açık olacağı anlamına geliyor.
Çinli istihdam platformu Zhaopin’in verilerine göre, 2025’in ilk üç çeyreğinde yapay zekâ alanındaki iş ilanları yılda yüzde 3 hızında artarken, boş pozisyonlara başvuru sayısı yüzde 39 oranında yükseldi.
Küresel ölçekte YZ dönüşümü daha da kapsamlı. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), geçtiğimiz yılın mayıs ayında dünya genelindeki işlerin dörtte birinin üretken yapay zekâdan etkilenebileceği uyarısında bulundu. Dünya Ekonomik Forumu’nun 2025 İşlerin Geleceği Raporu (The Future of Jobs Report 2025 | World Economic Forum) çalışılan işlerde yerine getirilen rollerin yüzde 22’sinin yeniden şekilleneceğini, 170 milyon yeni iş yaratılırken 92 milyon işin ortadan kalkacağını ve net 78 milyonluk bir istihdam artışı oluşacağını öngörüyor.
Pekin Üniversitesi’nin araştırmacılarına göre muhasebeciler, editörler ve genç yazılımcılar otomasyondan en çok etkilenmeye müsait meslekler arasında yer alırken, birçok mavi yakalı iş durumdan görece daha az etkilenecek. Araştırmacı Zhang Dandan, “Yapay zekâ tekrara dayalı, kuralları olan işlerde çok başarılı. Orta derecede beceri gerektiren işler YZ dönüşümünde en kırılgan alan” diye açıklıyor.
Yapay zekâ dalgası hızlanırken, birçok genç kendisine şu soruyu soruyor: “Eğer YZ geleceği yeniden yazıyorsa, ben bu sürecin neresinde olmalıyım?”
Tsinghua Üniversitesi sosyal bilimler mezunu Lin Xiao da bu soruya yanıt arayanlardan biri. Kamu hizmetinden uluslararası eğitime uzanan iki kariyer değişikliğinin ardından mart ayında bir yapay zekâ girişimine katılmış. Tıpkı Hua gibi Lin de kararlarını, yeni ortaya çıkan fırsat dalgasında doğru konumlanmayı hedefliyor.
Öğrenciyken otonom sürüş teknolojisi geliştiren bir şirkette staj yapan Lin, teknoloji odaklı pazarlama çalışmalarından keyif aldığını söylemekte. 2024 sonunda işinden ayrıldıktan sonra Çin’de hızla büyüyen yapay zekâ istihdam piyasasına giren Lin, “hem sürekli öğrenebileceğim, hem de insanlarla bağ kurabileceğim dinamik bir rol istiyordum” diye konuşuyor.
Lin, yeni çalıştığı şirkette sosyal medya, içerik ve topluluk yönetiminden, kanaat önderleriyle (Key Opinion Leaders) işbirliği yapmaya; ürün ekipleriyle strateji ve geliştirme koordinasyonuna kadar pek çok sorumluluk üstleniyor. Ona göre teknoloji, “bu çağda dünyayı değiştiren temel güç”. Yapay zekâ alanında çalışmak onu bu değişimin merkezinde tutuyor; hem kariyerini hem de hayata bakışını şekillendiren sürekli bir öğrenme süreci sunuyor.
Ne Hua ne de Lin fen dalında okumamışlar (İngilizce STEM – yani bilim, teknoloji, mühendislik, matematik). Buna rağmen, Çin’in hızla gelişen yapay zekâ eko-sisteminde kritik roller üstlenmiş durumdalar.
Hua’ya göre satış ve pazarlama ekipleri yapay zekânın “ön cephesi”ni oluşturuyor. Karmaşık teknik yetenekleri müşteriler için somut değere dönüştürüyorlar. Hua günlerini şirketlere yapay zekâ çözümleri anlatarak geçirirken, Lin küresel pazarlarda girişimin ürünlerine erken uyum yapan kullanıcılar bulmakla meşgul.
Bunların teknik okuryazarlıkları, ürün bilgisine sahip olmaları, pazar stratejisi ve ekipler arası iletişimi birleştiren çok yanlı / hibrit becerileri, yapay zekânın laboratuvardan gerçek hayata taşınmasıyla birlikte giderek daha değerli hale geliyor.
Zhaopin’e göre, tıbbi görüntülemeden kişiselleştirilmiş öğrenme sistemlerine kadar her uygulamalı yapay zekâ (YZ) senaryosu, “teknik potansiyelin” ticari olarak uygulanabilir ürünlere dönüştürülmesine dayanıyor. Bu alanın en ön safında olan yapay zekâ ürün yöneticiliği en çok aranan pozisyonlar arasında yer alıyor; bu tür her iş ilanı için ortalama 68 başvuru yapılıyor.
Çin’in batısındaki Sichuan eyaletinin Chengdu kentinde bir yapay zekâ girişiminde çalışan insan kaynakları yöneticisi Wan Wan, şirketin uygulamalı deneyime öncelik verdiğini söyleyerek şunları ekliyor: “Modelin kodunu yazmada çalışmıyoruz, onun pratik uygulamalarını geliştiriyoruz. Projelerde ya da derslerde, prompt mühendisliği[i] ve akıllı ajanlar[ii] kullanmış adayları tercih ediyoruz.”
Onun şirketi ilanı verilecek olan her pozisyon için yaklaşık 800 kişiden özgeçmiş alıyor; bunların yüzde 80’i pazarda deneyimli adaylardan, yüzde 20’si ise öğrencilerden veya stajyerlerden oluşuyor.
Buna karşılık, algoritma mühendisleri ve model araştırmacılarından oluşan “ikinci hat”, bu süreçte teknik omurgayı oluşturuyor. Wise Talent Information Technology’nin raporuna göre bu ilanların yüzde 47’si yüksek lisans veya üzeri diploma sahibi olma şartı arıyor.
Büyük bir teknoloji şirketinde çalışan algoritma mühendisi Chen Xiaobao, işe alımların son derece seçici olduğunu belirtiyor. Adayların ekiplerin araştırma yönelimine uygun olması gerekiyor; onun çalışma arkadaşlarının yarıdan fazlası doktora derecesine sahip. Adaylarda aranan “asgari koşullar” arasında Çin Bilimler Akademisi Üniversitesi gibi üst düzey kurumlardan yüksek lisans mezuniyeti bulunuyor.
Yapay zekâ lisans programları ancak 2019’da başlatıldığı için, bu alanlardaki profesyonellerin çoğu bilgisayar bilimi, yazılım mühendisliği, elektronik ve makine mühendisliği gibi alanlardan geliyor. Wise Talent raporu şöyle devam ediyor: “İşverenler kendileri açısından geçerli teknik yetkinliğe odaklanıyor. Algoritmalar matematik, istatistik ve bilgisayar biliminin merkezinde yer alıyor. Derin öğrenme süreci de, sinir ağlarında (neural networks) uzman olmayı ve programlama becerisine sahip olmayı gerektiriyor.”
Ürün ve mühendislik ekipleri geleceğin yapay zekâ (YZ) araçlarını geliştirirken, bir başka kritik görev de bunlara nasıl “düşüneceklerini” öğretmek oluyor. Bu gruptakilere genellikle “yapay zekâ eğitmenleri” ya da “veri etiketleyicileri” deniliyor. Bu uzmanlar kod yazmıyor, toplanmış ham verileri algoritmik kavrayışa dönüştürüyorlar.
Beş yıl kadar önce bu işler çoğunlukla küçük şehirlerde veya kırsal alanlarda, temel görsel etiketleme yapan ekiplerce yürütülüyordu. Bunlar, muazzam ölçekte toplanan (Big Data) görüntü veri setleri (otomobiller, trafik ışıkları, sokak işaretleri, vb.) gibi üzerinde daha az uzmanlık deneyimi gerektiren temel elemanları etiketlendirmekteydiler. Ancak modeller geliştikçe, yapay zekâ artık verinin bir kısmını kendi üretebiliyor ve rutin insan emeğine olan ihtiyaç azalıyor.
Chen bu durumu şöyle özetliyor: “Artık rekabet en çok veriye sahip olmada değil, en iyi veriye sahip olmada cereyan ediyor. Asıl avantaj, yüksek kaliteli ve üzerinde çalışılan alana özgü bilgide.”
Bu nedenle şirketler odaklandıkları yönü değiştiriyorlar. Chen’e göre “giderek artan sayıda firma profesyonel uzmanlığa sahip eğitmenler arıyor. Tıp, hukuk ya da finans gibi alanlarda yapay zekâyı güvenilir kılacak olan şey, titizlikle seçilmiş ve uzmanlarca etiketlenmiş veridir”.
Shenzhen’de yaşayan 23 yaşındaki finans mezunu Cui Xian, büyük bir teknoloji şirketinde “yapay zekâ veri etiketleme uzmanı” olarak çalışıyor. Görevi, yapay zekâyı bir alanda uzman gibi düşünmeye alıştırmak. “Henüz yanıtlayamadığı karmaşık sorular soruyorum, cevaplarını değerlendiriyor ve yapay zekayı buna göre yönlendiriyorum” diyen Cui, “aslında sadece veri vermiyorum; sorun çözmeyi, kavramları anlamayı ve daha iyi çözümler üretmeyi de öğretiyorum” ifadelerini kullanıyor.
Ancak Cui bu işi başlıbaşına kariyer olarak değil, ama bir başlangıç noktası olarak görüyor. “Yapay zekânın eğitiminin tamamlandığı gün, işinizin ortadan kalktığı gün olabilir. Asıl beceri, yapay zekâyı eğitmekte değil; onu kendi işinizi geliştirmek için kullanabilmekte” diye de ekliyor.
Bu nedenle lisans eğitimi almaya yönelen Cui, yapay zekâ ürün yönetimi alanına geçmeyi hedefliyor. “Yapay zekâyı eğitmek, benim sektörün nasıl düşündüğünü anlamama yardım etti. Asıl değer, makineye bir şey öğretmekte değil; onunla birlikte çalışmayı öğrenmekte” diyor.
Giderek artan sayıda işçiler, yapay zekâ ile çalışmakta olup, çoğu, onu yalnızca bir araç olarak değil, kişisel gelişimlerini tetikleyen bir güç olarak görmeye başladı. 40 yaşındaki Android geliştirici Yan Qing de bunlardan biri ve yapay zekâ üretimli içeriğe sahip olan kendi sosyal medya hesabını yönetiyor.
2022’de ürettiği ilk yapay zekâ görselini hatırlayan Yan, deniz kenarında bir deniz feneri çiziminin 20 dakikadan fazla sürdüğünü söyledi. Ancak bu yavaşlık ona tarihsel bir sıçramaya tanıklık ettiği hissini verdi. “Kendimi tarihte bir teknolojik sıçramayı izliyormuş gibi hissettim” dedi. Teknoloji ilerledikçe, görüntü üretimi süresi dakikalardan saniyelere düştü, daha net görüntüler ortaya çıkarken kalite yükseldi ve bu gelişme Yan’ın platformunu büyütmesine yardımcı oldu. Bugün Yan kendisini dijitalleşen dünyada “işlevsel bir düğüm noktası” olarak görüyor; yeni araçları ve teknikleri giderek büyüyen bir toplulukla paylaşıyor.
Yapay zekâ ajanlarının çeşitli sektörlere yayılmasıyla birlikte “tek kişilik unicorn”[iii] (erişilmesi zor merhalelere tek başına ulaşma, imkansız görüneni gerçekleştiren girişim yaratma) fikri gerçeğe yaklaşıyor. Alibaba Grubu’nun eski strateji direktörü Zeng Ming, on yıl içinde çekirdek kadrosu 100 kişiyi geçmeyen, yapay zekâ ile güçlendirilmiş akıllı organizasyonların yaygınlaşabileceğini öngörüyor. Ona göre bu yapılarda yönetim, “insanların insanları yönetmesi”nden “kurucuların yapay zekâ ajanlarını yönetmesi”ne evrilecek.
Pazarlamacı Lin’e göre bugün bile, küçük ekipler hatta bireyler, yapay zekâ desteğiyle, karmaşık projeleri yürütebiliyor. “Bir geliştirici ve birkaç yapay zekâ ajanı; ürün tasarımı, içerik üretimi ve tanıtımı birlikte yapabiliyor. Bu da insanlara tekrar etmek yerine keşfe odaklanma imkânı tanıyor.”
Lin, bireyin zihniyetinin en önemli unsur olduğunu vurgularken, yapay zekânın mini uygulamalar geliştirmekten video yapmaya, hatta yemek pişirmeye kadar her alanda nasıl yardımcı olabileceği sorusuna yönelmeyi öneriyor. Bunun, insanları bireysel olarak daha özgür bir çağa hazırlayacağını söylüyor.
Yan ise şunları dile getiriyor: “Bu dalgadan kaçış yok. Ancak içine girersen onun sınırlarını ve potansiyelini öğrenebilirsin. Resmî bir işin olmasa bile projelerle deneyim kazanabilirsin.”
Algoritma mühendisi Chen, yapay zekâyı aynen buhar makinesi gibi üretkenliği artıran bir araç olarak görüyor. “Yapay zekâ sadece işleri ortadan kaldıran alan değil, aynı zamanda yeni işler yaratan bir teknolojidir” diyor.
(Teknoloji gelişirken) kısa vadeli sarsıntıların kaçınılmaz olduğunu belirten Chen, tarihsel olarak büyük teknolojik sıçramaların daha fazla ve daha uzmanlaşmış iş alanları yarattığını hatırlatıyor, asıl sorunun, toplumun buna ne kadar açık olduğu ve ne ölçüde hazırlıklı tepki vereceği olduğunu ekliyor.
Çin’in eğitim sistemi bu gelişmeye uyum sağlamaya başladı bile. Sadece 2024 yılında, Tsinghua Üniversitesi, Harbin Teknoloji Enstitüsü, Çin Bilim ve Teknoloji Üniversitesi ve Wuhan Üniversitesi dahil olmak üzere birçok büyük kurum yapay zekâ fakülteleri kurdu, ya da kendisini buna uygun yeniden yapılandırdı. Ülke genelinde 70’ten fazla üniversitede artık yapay zekâya özel fakülteler bulunuyor.
Yan’a göre yapay zekâ, tekrara dayalı işlerin büyük bölümünü insanlardan devralacak ve onları daha önce ulaşılamaz görülen alanlara yöneltecek. “Düşük nitelikli işler yapay zekâya gidecek. İnsanlar daha fazla düşünmek zorunda kalacak. Sonuçta yapay zekâ, işi yaratıcılığa ve daha yüksek değere doğru itiyor”.
HOU CHENCHEN
(Zhao Ruichun’un katkı yaptığı bu yazıyı China Daily Global Weekly’nin 19 Aralık 2025 tarihli sayısından Türkçeye çeviren: S.I.Hilan)
ÇEVİRMENİN NOTU:
[i] «Prompt mühendisliği» doğrudan eylemi anlatan, üretken zekanın kendi mükemmelliğini ve etkinliğini sağlama sürecine ilişkin bir teknik terimdir. Anlamı, üretken yapay zekadan belli bir görevi yerine getirmesini istemektir. YZ ne kadar özel bir görevi ne denli başarıyla yerine getirirse, o denli az hata yaparak «öğrenmekte», kendini geliştirmektedir.
[ii] YZ teminolojisinde “akıllı ajan” kavramı belli seçili görevleri belli kurallara göre yerine getirmek üzere işe koşulan yazılım sistem ve/veya uygulamalarını anlatır. Bunlar, seçilen işlevsellikleri, uyum yapma ve öğrenme yetenekleri, karar vermede rasyonalize oluşları, çevreyi algılama ve onunla iletişime girebilme yetenekleri, uygulamalara şekil verme ve karmaşık görevleri hatasız yerine getirmeleri gibi özelliklere göre sınıflandırılabiliyor.
[iii] “tek kişilik unicorn” fikri: Erişilmesi zor merhalelere tek başına ulaşma, tek başına imkansız görüneni gerçekleştiren girişim yaratma
Değerli dostlar,
EMAR VAKFI olarak 2025 yılını onaltıncı e-kitabımızı da sitemize ekleyerek sonlandırıyoruz.
Bu yılki seminer çalışmalarımızın sonuncusunu Prof B. Gökay’ın bir alt-emperyalist kuvvet olarak Türkiye’yi değerlendirdiği çalışma ile tamamladık.
Siyasal platformda bir grup hariç sol cephede hiç kimsenin Türkiye’nin emperyalist aşamadaki varlığı üzerine ses etmemesine, hatta birilerinin ülkenin “sömürge” olduğunu ilan etmesine Marksizmin bilimini uygulamaya çalışanlar olarak şaşırmamak elde değil.
Önümüzdeki yılda hem bu konuda, hem de sendikal hareketin karşı karşıya olduğu ciddi tehditler karşısında nasıl bir yol izlemesi gerektiğine dair çalışmaları sürdüreceğiz.
Dünyada ve Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada ortamın oldukça karanlık olmasına rağmen, tek ve küresel kapitalist dünya pazarında süregiden sınıf mücadelesinin şaşmaz mantığına ve devrimci mücadelenin yükseleceğine olan inancımızla,
EMAR olarak tüm emekçilerin, dostlarımızın Yeni Yılını kutluyoruz.
2026’da umutlarımızı daha da büyütmek ve çoğaltmak üzere…
EMAR
Aralık 2025
Ayla Antepli’nin 1986 Şubat’ında toplanan SBKP 27.Kongresi’nin değerlendirmesini yapan çalışmasını (1986) e-kitap olarak yayınlıyoruz. Yoldaşın Yiyecek Sorunu başlıklı Çek-Al’ını da konuyu tamamlaması ve Sovyetler Birliği fenomenini bugün daha iyi kavrayabilmemiz açısından e-kitaba ekledik.
Ayla yoldaşın bu çalışması, biçimsel açıdan, R.Yürükoğlu’nun SBKP 26. Kongresi’ni değerlendirdiği Yaşayan Sosyalizm kitabına benziyor. Üzerinde büyük emek var, kaynak araştırması var ve en başta konuya hakimiyet var.
Ancak benzerlik burada sona eriyor. Bugün, yaklaşık 40 yıl sonra, bu metine, o dönemin siyasal gelişmelerine, Sovyetler Birliği’nin SBKP elinde 1991-1993 döneminde çöküp dağılmasına baktığımızda, R.Yürükoğlu’nun bir önceki kongreyi değerlendiren çalışmasının, hem Marksizmin hem de komünist partisi olmanın ruhuna daha yakın olduğunu teslim etmek gerekiyor.
Antepli’nin değerlendirmesi, şu beklentiyle başlıyor:
“Genel Sekreter olarak seçilmesinden bu yana tüm davranışlarında, Gorbaçov yoldaş, Sovyetler'deki yeni liderliğin, eski liderlikten önemli farklılıklar taşıdığını ve bunun bir ilerleme olduğunu göstermeye çalıştı, çalışıyor.”
Yani, öz olarak söylemek gerekirse, A. Antepli, sanki Gorbaçof’a “umutla” bakıyor. Onun liderliğinin, SBKP’de ve dolayısıyla SSCB’de RY’nin Marksist temelde şiddetle eleştirdiği “gidişatı” değiştireceğini “ümit ediyor”. Bütün Avrupa komünist partilerinde ve birçok başka komünist partisinde görülen sahte ümit besleme alışkanlığının izlerini, dolayısıyla A.Antepli yoldaşın çalışmasında görmek olanaklı oluyor.
Yoldaş, yaptığı analizin sonuçlarına baktığı zaman, Gorbaçov’un yaklaşımının ve siyasal tutumunun aslında ne anlama geldiğini görmüyor değil, görüyor ve şöyle diyor:
“Gorbaçov yoldaş çelişki-sınıf savaşı devrim-toplumsal ilerleme arasındaki ilişkiyi ve bağı atlıyor.
“Böyle bir atlama, başka bir çerçeve içinde anlaşılabilir. Ama bu, komünist partisinin kongresine hem de devrim yoluyla iktidara gelmiş bir partinin kongresine sunulan rapordur...
“Böylece Gorbaçov yoldaşın çağdaş dünya çözümlemesinin ta başında, sınıf çelişkilerinin ürünü ve tek çözümü olarak devrimin yadsınması yer alıyor.”
Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Ancak bunu değerlendirmesinin sonunda belirleyici vargı olarak yeterince vurgulayamıyor. Bir irrasyonel umut var: Ya işleri düzeltir de partiyi ve ülkeyi “doğru yola” sokarsa...
Yıl 1986. Daha gelişmelerin çok başındayız. R. Yürükoğlu’nun 26.Kongre değerlendirmesi, Marksist yöntemin şaşmaz gücüyle perşembenin geleceğini söylüyor. Amasız fakatsız, geviş getirmeden, komünist disiplini koruyarak, ama doğrudan eleştiri yöneltiyor. Bu, üstelik, parti belgeleri arasında yerini almış bile: Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin çözülme, dağılma tehlikesi var!
Buna rağmen, Ayla Antepli yoldaş, SBKP’deki durum hakkında (Gorbaçof’un) söyledikleri “... Gorbaçof yoldaşın ve SBKP liderliğinin bütün teorik anlayışı hakkında ciddi sorunlar uyandırıyor” demesine rağmen, yine de öteki yorumlar, irrasyonel bir “umut” beslendiği izlenimini uyandırıyor.
O da, aynen R.Yürükoğlu gibi bugün yanlış olduğunu düşündüğümüz “sosyalizm” tanımı yapıyor, “sosyalizmle ilgili olarak akılda tutulması gereken ilk şey ... O, bir geçiş dönemidir ve hem kapitalizmin hem de komünizmin ögelerini içinde taşır. Sosyalizm, bu her iki sistem arasında bir yarışma ve savaşım dönemidir diyor. Dolayısıyla genel tahlilde aynı yanlışları yapıyor. Ama öte yandan, Sovyetler’deki gelişmeleri Yürükoğlu’nun bakışındaki keskinlikle ve kesinlikle göremiyor. “Ya göle çalınan maya tutarsa”... Okurken satır aralarına sıkışmış ifadelerden böyle bir mantık yürütmeyi hissediyorsunuz.
Antepli, 1986’da “SBKP ileriye değil geriye bakıyor. Pratikte bunun ne ölçüde olacağını söylemek için çok erken. Ancak, daha şimdiden bunun belirtileri vardır” diye bitiriyor.
Öte yandan, yıllar hızla geçti ve 1986 ile 1993 arasında çok hızlı ve çok çıkışlı inişli bir süreç boyunca yaşananları hepimiz izledik.
Sonuçta, 1917 Devrimi’nin muzaffer partisinin, faşizmi dize getirmiş ve Sovyetler Birliği’nin sosyalizme ilerleme sürecinin merkezinde, en başında yer almış Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin elinde koca Sovyetler Birliği unufak oldu, çöktü dağıldı. Bu şerefsizliğin hesabını verecek kimse de kalmadı ortalıkta.
Öte yandan, şu sorunun yanıtının verilmesi ihtiyacı hâlâ bakidir:
Sovyetler Birliği ne idi nasıl çöktü, nedenleri neydi?
Bu sorunun doğru Marksist yanıtını tatminkâr açıklamayla vermedikçe, Türkiye’de (ve dünyada) komünist ve işçi sınıfı hareketinin yerden kalkması, toparlanarak yeniden saldırıya geçmesi önünde çok engel bulunacağı kanısındayız. Marksist teoriye yabancılaşma ve yoğun karşı-propaganda sürdükçe bu engellerin zayıflatılması zor olacaktır diye düşünüyoruz.
Eski kitapları, eski Sovyet yayınlarını temel alarak eski ağızları papağan gibi tekrarlayarak herhangi bir yol alınamadığı görülüyor. Yeni dünya koşullarında, küresel tek dünya pazarında, bilimsel-teknolojik devrim sürecinde bugün dördüncü ve hatta beşinci endüstri devriminin tartışıldığı, ortaya çıkan muazzam değişikliklerin toplumsal yaşamımızı, iş örgütlenmesini ve daha birçok alanı derinden etkileyip altüst ettiği günümüzde genç kuşakların bilincini ilerletmek için gerçeğe daha sıkı sarılmak gerekiyor. Marks’ın teorisini daha derinden kavramak yaşama yeniden militan Marksizmin merceğinden bakmak gerekiyor. Kutsalımız yok, ama devrimci gerçeğimiz var.
Sovyetler Birliği’nde ve çevresindeki ülklerdeki gelişmelere ilişkin gözlem ve uyarılarımızı aşağıdaki dipnotta verdiğimiz kaynaklarda işçi kamuoyuna yansıtmaya çalıştık. Tarihe düşülmüş bu notlar yeterince aydınlatıcıdır.
Bu anlayışla, 2025 yılında, içinde yaşadığımız dönemin özellikleri ve yazıda işlenen fikirlerin artan önemi dolayısıyla, EMAR Emek Araştırmaları Vakfı olarak, Ayla Antepli yoldaşın bu çalışmasını bir e-kitap olarak yayınlıyoruz. İyi okumalar
EMAR
Aralık 2025

Turkey’s Strategic autonomy in the 21st century
its sub-imperialism moment
By Bulent Gokay
The theory of sub-imperialism, which originated in the 1960s, has garnered increasing attention over the last two decades. Various proponents of this theory point to Turkey as a model of such a sub-imperialist power. Over the past 30 years, Turkey has evolved into a significant industrial economy, integrated into productive networks centred on the European Union. This concept shows how Turkey can be both a subject of imperialism and an agent of imperialist practices within its spheres of influence, while also challenging traditional imperialist actors. To understand Turkey’s expansionist policies, it is essential to grasp its fragile position within the global capitalist system. The end of the Cold War in the early 1990s prompted major shifts in the organisation of the global economy that seriously challenged the dominance of the hegemonic power. As a result, the relative decline of the US has become more apparent. There is a noticeable decline in American hegemonic control over various regions. Russia and China are trying to establish their own spheres of influence. The reduced power of the USA at the top of the global hierarchy, its partial withdrawal from the Middle East, and the rise of alternative powers like Russia and China in a multipolar world have further increased the capacity of sub-imperialist powers to act. For example, Turkey is exploiting the US-Russia rivalry in Syria and expanding its influence in the region and beyond.
ÇEVİRİ
Nazi Almanya’sında “Gleichschaltung”: parti devletinin oluşumu
John Bellamy Foster
Nazilerin devlet içindeki egemenliğini sağlaması, liberal-demokratik düzenin tamamen ortadan kaldırılmasını gerektiriyordu. Bu süreç, (devleti) “hizaya getirme” veya (devletin siyasal partiyle) “senkronizasyonu” anlamlarına gelen Gleichschaltung olarak bilinir ve 1933–1934 yılları arasında yeni politik düzenin (Nazi düzeninin) konsolidasyon dönemini tanımlar.
Bu, parlamentodan yargıya, sivil bürokrasiden orduya, yerel yönetimlerden üniversitelere ve medyaya kadar devletin birbirinden farklı her bir kurumunun Nazi çizgisine çekilmesi, “entegre edilmesi” ve bunun sivil toplumun içinde varolan ideolojik devlet yapısının önde gelen organlarına, eğitim kurumlarına, ticari örgütlenmelere ve daha da ötesine genişletilmesi demekti. (1)
Bu “senkronizasyon”, yani hizaya getirme süreci; ideolojik yönlendirme, aşağılama, yıldırma, zorla işbirliği ve baskı yollarıyla sağlandı. Genellikle kurumların “kendi kendini temizlemesi” için baskı yapıldı.
Önde gelen Nazi hukukçusu Carl Schmitt, Gleichschaltung’un iki temel ilkesini şöyle tanımladı:
- “Aryan olmayanların” tasfiyesi,
- Führerprinzip – “liderlik ilkesi” yani liderin yasaların üstünde konumlandırılması.
Bu dönemde (Nazi) erkinin sağlamlaştırılmasının meşrulaştırılmasında bir tür hukuksal örtü kullanıldı, ki bu sonradan büyük ölçüde kaldırıldı. Schmitt’e göre Gleichschaltung’un amacı “heterojenliğin ortadan kaldırılması” yoluyla birlik ve saflığın sağlanmasıydı.(2)
Devlet başkanı Hindenburg’un Adolf Hitler’i başbakanlığa atadığı tarihten yaklaşık bir ay kadar sonra, Şubat 1933’de meydana gelen Reichstag (Alman parlamento binası) yangını, anayasanın ihlalini meşrulaştıran iki kararnameye zemin hazırladı. Ardından, 1933 Mart’ında, Hitler’e parlamentonun onayı olmadan yasa çıkarma yetkisi veren Yetki Yasası (Millete ve Devlete Yönelik Tehditlerin Ortadan Kaldırılması Yasası) çıkarıldı.
Siyasi muhaliflerin tutuklanması ve tasfiyesi buna eşlik ederken, kamu hizmetinde çalışan herkesin aynı şekilde Gleichschaltung ilkeleri doğrultusunda “hizaya sokulmasına” yönelik “Kamu Hizmetinin Yeniden Tesis Edilmesi Yasası” devreye girdi. Devleti hizaya sokmanın bu ilk evresi, Temmuz 1933’te, Nazi partisi dışındaki tüm siyasi partilerin yasaklanmasıyla tamamlandı. (3)
İkinci aşamada, ordu, üniversiteler, basın ve diğer toplumsal ve kültürel örgütler üzerinde kontrol sağlandı ve Nazi çizgisine entegre edildi. Hitler, Alman ordusu Wehrmacht üzerinde kontrolü tesis etmekle kalmadı, orduyu Nazi projesine entegre etme çabasının parçası olarak, Aralık 1933’te orduyu “ulusun tek silah taşıyıcısı” ilan etti, böylece Nazi Partisi’nin “kahverengi gömlekliler” olarak bilinen yarı-askeri “fırtına birliklerini” (SA’lar-(Sturmabteilung)) bir şekilde devreden çıkarmaya yöneldi. (4)
Önde gelen kültür kurumlarında farklılıkların (heterojenliğin) ortadan kaldırılmasına en iyi örnek, Nazi doktrininin üniversitelere yerleştirilmesidir. Bu alanda, Freiburg Üniversitesi rektörü, Alman felsefeci Martin Heidegger, 1933’den itibaren, üniversiteyi Nazi doktriniyle uyumlu hâle getirmekle resmen görevlendirildi. Heidegger, bu görevi itinayla yerine getirerek meslektaşlarını ihbar etti, onların üniversiteden ihracına yardımcı oldu. Nazi idologu Carl Schmitt ile yakın çalışarak, Nazi ideolojisinin öne çıkartılmasına, antisemitizmin (Yahudilik düşmanlığının) rasyonalize edilmesine yardım etti ve sembolik kitap yakma eylemlerini yönetti. (5)
Gleichschaltung’un üçüncü ve belirleyici aşaması, 30 Haziran - 2 Temmuz 1934 tarihlerinde, SA (Nazi Partisinin fırtına birlikleri) liderliğinin kanlı tasfiyesi ile başladı. Özellikle Hindenburg’un Ağustos’da ölümünü izleyen günlerde , Hitler, hukukun mutlak kaynağı olarak ilan edildi, Carl Schmitt’in “Führer Yasayı Korur” başlıklı yazısı bunu kutsadı. Bu noktadan itibaren faşist yönetim devletin ve sivil toplumun tüm organlarında yerini tamamen sağlamlaştırmış oldu. (6)
Diğer faşist ülkelerde benzer süreçler yaşandı ama daha az kapsamlı oldu. Robert O. Paxton’un İtalya’da Faşizmin Anatomisi kitabında yazdığı gibi, “İtalya’da sadece işçi sendikaları, siyasal partiler ve medya tam anlamıyla hizaya getirilebildi.”(7)
1930’ların Avrupa’sındaki bu gelişmelerin günümüzde birebir tekrarlanması olası görünmüyor. Ancak, neofaşizm, ileri kapitalist sistemin idaresinde, liberal-demokratik düzenin fiilen ortadan kaldırılmasını ve onun yerine büyük sermaye ile ırkçılığı, milliyetçiliği, kadın düşmanlığını, çevrecilik karşıtlığını, eşcinsellik düşmanlığını, aşırı militarizmi benimseyen “alternatif-sağ” hareketin bir ittifakının ikamesini öngören bir yeniden düzenlemeyi hedefliyor.
Tüm bu tepki biçimlerinin daha derin nedeni, işgücünün bastırılmasıdır. Trump'ın alternatif-sağ bağnazlığa yanaşmasının ardında, tüm devlet-ekonomi işlevlerinin özelleştirilmesinin artırılması, büyük şirketlerin daha da güçlendirilmesi ve daha ırksal temelde tanımlanmış bir emperyalist dış politikaya geçiş yatmaktadır.
Ne var ki, böylesi bir neo-faşist stratejinin uygulanması, ABD Kongresi, yargı, sivil bürokrasi, eyalet ve yerel yönetimler, ordu, ulusal güvenlik devleti ("derin devlet"), medya ve eğitim kurumları gibi çeşitli kurumların hizaya getirildiği bir tür yeni Gleichschaltung’u gerektirir. (8)
Hitler, Weimar Anayasası'nı ortadan kaldırarak değil, tarihçi Karl Bracher'in açıkladığı gibi, "onun özünün anayasal yollarla aşındırılması ve yürürlükten kaldırılması, feshi" yoluyla iktidara geldi... (9)
Başa geçtiğinde de, Hitler, hızla Weimar Anayasası'nın (esasen sola karşı bir koruma olarak tasarlanmış olan) 48. maddesine başvurarak yürütmeye orduyla birlikte olağanüstü hal yetkileri isteme ve kamu düzenini yeniden sağlamak için gerekli görülen her türlü önlemi alma yetkisi verdi. Bu, yürütmenin parlamentodan bağımsız hareket etme, kendi başına yasa çıkarma ve medeni özgürlükleri askıya almada “özgürleştirilmesi” anlamına geliyordu.
Reichstag yangınıyla... birlikte, Hitler, bu 48. maddeyi kullanabildi ve böylece gücü yürütmede yoğunlaştırdı.
Bunu kısa süre sonra, kuvvetler ayrılığını daha da aşındıran Yetki Yasası (Millete ve Devlete Yönelik Tehditlerin Ortadan Kaldırılması Yasası) izledi.(10)
Yine de, tam iktidara sahip olmak ve Üçüncü Reich'ı konsolide edebilmek için, Gleichschaltung süreci gerekliydi... 1933-34 yılları boyunca, devletin ve sivil toplumun birçok kolu, büyük ölçüde gönüllü olarak, ancak giderek büyüyen bir terör rejimi altında, yeni Nazi düzenine dahil edildi.
Tüm bunların, geneliyle devletin faşist yönetiminde olduğu gibi, bir yasal biçimle gerçekleştirildiğinin kabulü önemlidir. Tarihçi Nikolaus Wachsmann, Nazi devletinin, hukuku ve yargıyı reddetmek şöyle dursun, "hukuk terörü"ne dayalı bir sistemi dayattığına dikkat çekiyor:
Üçüncü Reich, topyekûn bir polis devleti haline gelmedi. Önde gelen Naziler, en azından diktatörlüğün ilk yıllarında, zaman zaman hukuk sistemine destek olma jestleri bile yaptılar.
Hitler, 23 Mart 1933'te yaptığı konuşmada, halka Alman yargıçların görevden alınamaz olduğu sözünü verdi. Ama aynı zamanda, hukuk sisteminin kendisinin genel istekleriyle uyumlu hale gelmesini de bekledi ve cezalandırmada "esneklik" istedi.
En önemlisi, Hitler ve diğer üst düzey Naziler, yargıçların nihai olarak soyut yasal ilkelere karşı değil, "ulusal topluluğa" karşı sorumlu olduklarını vurguladılar. Buna göre, yargıçlar için tek kılavuz Alman halkının refahı olmalıydı ve acımasız cezalandırmalar sık sık "milletin iradesi" efsanesine başvurularak haklı gösterildi. Aslında bu "irade"nin Nazi liderlerinin ya da daha doğrusu Hitler'in kendi iradesinden başka bir şey olmadığı ise bir çelişki olarak telakki edilmedi.
Hukuk aygıtı, Nazi terörünün temel bir unsuruydu. Siyasi muhalefetin kriminalize edilmesinde ve adi suçun siyasallaştırılmasında merkezi bir rol oynadı. Duruşmalar halktan tamamen gizlenmedi. Aksine, Nazi medyası mahkeme davaları ve cezalarla ilgili haberlerle doluydu.(11) Hitler, Weimar Anayasası'nı bir kenara bırakmayı ve yerine kendi yeni düzenini tanımlamayı açıkça reddetti ve "adaletin bir yönetim aracı olduğunu” savundu. “Adalet, hükmetmenin kodlanmış uygulamasıdır" dedi. Bu nedenle yeni bir anayasa erken olacaktı ve yalnızca "devrimi" zayıflatacaktı. Sonunda, elbette, Gleichschaltung süreci tamamlandı ve Führer'in varlığı / sözü yasayla özdeşleşti, mutlaklaştı.
Kaynaklar:
- Karl Dietrich Bracher, “Stages of Totalitarian ‘Integration’ (Gleichschaltung): The Consolidation of National Socialist Rule in 1933 and 1934,” in Republic to Reich, ed. Hajo Holborn (New York: Vintage, 1972), 109–28;
Robert O. Paxton, The Anatomy of Fascism (New York: Vintage, 2005), 123–24;
Emmanuel Faye, Heidegger (New Haven: Yale University Press, 2009), 39–58.
- Faye, Heidegger, 151–54; Carl Schmitt, “The Legal Basis of the Total State,” in ed. Roger Griffin, Fascism (Oxford: Oxford University Press, 1995), 138–39.
- Bracher, “Stages of Totalitarian ‘Integration',” 118–22;
John Mage and Michael E. Tigar, “The Reichstag Fire Trial, 1933–2008,” Monthly Review 60, no. 10 (March 2009): 24–49.
- Bracher, “Stages of Totalitarian ‘Integration',” 122–24.
- Faye, Heidegger, 39–53, 118, 154–62, 316–22;
Richard Wolin, ed., The Heidegger Controversy (Cambridge, Massachusetts: MIT Press, 1993).
- Bracher, “Stages of Totalitarian ‘Integration',” 124–28.
- Paxton, The Anatomy of Fascism, 123.
- “There’s a German Word that Perfectly Encapsulates Trump’s Presidency,” Quartz, January 26, 2017;
Shawn Hamilton, “What Those Who Studied Nazis Can Teach Us About the Strange Reaction to Donald Trump,” Huffington Post, December 19, 2016;
Ron Jacobs, “Trumpism’s Gleichschaltung?,” Counterpunch, February 3, 2017.
- Karl Bracher, The German Dictatorship(New York: Praeger, 1970), 192–93.
- Bracher, The German Dictatorship, 193–98; On the Reichstag Fire, see
Mage and Tigar, “The Reichstag Fire Trial.” - Nikolaus Wachsmann, Hitler’s Prisons(New Haven: Yale University Press, 2004), 69, 71.
Bu makale, yazarı John Bellamy Foster’ın Trump in the White House: Tragedy and Farce (Monthly Review Press, 2017) adlı kitabından özetlenmiş haliyle, Monthly Review dergisinin Haziran 2025 tarihli sayısında yayınlanmış olup, (s. 27–30, 64–66). Çeviren: Salim Çelik
TKP merkez organı İşçinin Sesi’nde “komünist ahlak” ve kadın sorunu üzerine yayınlanmış ve okuyucu için en gerekli teorik çerçeveyi sağlayacağını düşündüğümüz bir grup yazıyı bu e-kitapta bir araya getirdik.
Bu yazılar, röportaj ve programatik belgeler, kadın cinsini işçi sınıfının mücadelesine siyasal anlamda kazanma; onların binyıllar içinde oluşmuş ve kapitalizm altında katmerlenmiş sorunlarına komünistçe yaklaşma; bu sorunları komünist ahlak çerçevesinde ele alarak çözmeye çalışma ve en nihayet, “sosyalist” olarak adlandırılmış toplumlardan en ilerisi olan Sovyetler Birliği’nde bu konuda ne gibi adımlar atıldığı (ya da atılmadığı) gibi kilit konuları ele alıyor.
Yayınlanışlarından kırk küsur yıl sonra, bu yazılarda ele alınan ağır toplumsal sorunlar, dini ahlakın hortlaması, yoğunlaşan kadın cinayetleri, Kürt ve Türk kadın hareketlerinin giderek güçlenerek toplumda ağırlıklarını hissettirmesi, tüm evreni yalnızca “kâr” gözlüğünden gören burjuvazinin attığı her adımla, kapitalist Türkiye toplumundaki toplumsal çürüme ve dağılmayı azdırması, işçi sınıfının, komünistlerin kadın sorununda, komünist ahlak anlayışı çerçevesinde müdahalesini acilleştiriyor. Bu derleme kitap bu çerçevede yararlı olacaktır düşüncesindeyiz.
Kitap boyunca işlenen fikirleri özetle alırsak, "kadın işçi hareketi yalnızca biçimsel bir eşitlikle yetinmez, onun baş görevi, kadının ekonomik ve toplumsal eşitliği için savaşım vermektir. Baş görev, kadını toplumsal üretime katmak, onu 'ev köleliğinden', mutfağın ve çocuk odasının bunaltıcı, aşağılayıcı, ebedi ve başka birşeye yer bırakmayan bu baskısından kurtarmaktır."
"... Kadınları katmadan, yığınları siyasete çekemeyiz. İnsanlığın yarısını oluşturan kadınlar, kapitalist rejimde, çifte bir sömürü altındadır. Sermaye işçi ve köylü kadını sömürür. Ayrıca en demokratik burjuva cumhuriyetinde bile yasalar erkeklerle aynı eşitliği tanımadığı için kadınlar bütün haklardan yararlanamıyorlar. İkincisi ve en temel olanı da budur; 'ev köleliği' içinde hapsediliyorlar. Kadınlar, en aşağılayıcı, nankör, zor ve bunaltıcı ev işleri ve bireysel aile işleri altında 'ev kölesi'dirler."
“Ev işleri ağır ve monotondur, kadınların zaman ve güçlerinin büyük bir kısmını helak eder, kafa ve görüşlerini darlaştırır, kalplerini sertleştirir, iradelerini zayıflatır. Kadınların bu durumundan hiç rahatsız olmayan kocaları kadar acı bir örnek verebilir miyim? Erkeklerin ezici çoğunluğu, proleterler de dahil, kadınları bu ağır yükten kurtarabileceklerini akıllarına bile getirmiyorlar. Bu işler 'kadın işidir' diyerek, erkek 'haysiyet ve gururu' adına kendi rahatlıklarını düşünüyorlar... Her erkeğin içinde eski hukukun ona verdiği 'bey ve efendi'liğin gizli bir biçimi yatar... Kadın yığınları içinde komünistlerin çalışabilmeleri ve siyasal etkinlik kazanabilmeleri, erkekler için yoğun bir eğitim gerektirir. Parti ve yığınların içinden 'bey ve efendi' ideolojisini en son izine kadar atıp koparmamız gerek."
Her zaman akılda tutmamız gereken, “burjuvazinin kendi sınıf çıkarlarını korumak ve işçi sınıfının bilincini bulandırmak için kendi ahlakını herkes için geçerli ve ebedi bir doğruymuş gibi” gösterdiğidir. Yüzyılların deneyimine sahip burjuvazinin, kendi çıkarları için yararlı olan ahlak kurallarını, sınıflar üstü bir ahlak anlayışı gibi göstermeye çalışmasıyla, sanki “ebedi, değişmez ve genel olarak insanlığın çıkarlarını yansıtıyormuş gibi gösterilen bu ahlak, bilinçsiz ve hatta bilinçli işçilerin bile içine yer eder.” Mücadele bunun için uzun, zahmetli ve meşakkatlidir. Ancak, “kapitalist düzende yaşayan bir proleter ya da bir aydın, Marksizm-Leninizmi kendine rehber edinmişse, bu ideolojiye uygun ahlakı benimsemesi ve pratiğe uygulaması için devrimi ve sonrasını beklemez. İki yüzyıllık burjuva ideolojisi ve ahlakı yerine, komünist ahlakı benimseyip uygulamak da bir eğitim sorunudur. Komünist ideolojinin doldurmadığı her alanda burjuva ideolojisi egemendir”.
Ayla Antepli’nin 1980’lerde İşçinin Sesi’nde yayınlanmış olan üç bölümlük Dünya Devrimi yazısı ile Pazar Sorunu yazısını bu e-kitapta Dünya Devrimi ve Pazar Sorunu Üzerine başlığı altında biraraya getirdik.
Kitaba ek olarak, 1988 yılı sonunda kaybettiğimiz Bedir Aydemir (Yalçın Çağlar) yoldaşımızın nükleer savaş ve devrim ilişkisiyle Stalin’in dünya devrimine zarar veren yanlışını konu alan yazısını; bir diğer İşçinin Sesi yazarı Serdar Soylu’nun dünya devrimi kavramıyla bağlı toplumsal ilerleme kavramını incelediği “Toplumsal İlerleme” yazısını ve TKP konferanslarında kabul edilmiş dünya devrimi üzerine iki belgeyi (karar) veriyoruz.
Ayla Antepli’nin Marksizmin bir kilit kavramı olarak “Dünya Devrimi”ni çeşitli yönleriyle ele aldığı yazıların önemli bir özelliği, solda genellikle sığ bir tarzda, neredeyse küfür gibi kullanılan “karşı-devrim” kavramını derinlemesine açmasıdır. Antepli yoldaş “karşı-devrim, üretim ilişkilerinin üretim güçleriyle çelişkiye düştüğünün onaylanması ve tanınmasıdır” diyor ve ekliyor: “Karşı-devrim şunu kanıtlar ki, burjuvazi sınıf olarak artık yönetmeye ‘... kendi varoluş koşullarını mutlak yasa olarak topluma dayatmaya’ uygun değildir.” Özetle, “karşı-devrim, burjuvazinin erke rakip bir güçle karşı karşıya olduğunun, ayakta kalma savaşı verdiğinin, kendi ‘ilkeleriyle’ çatışsa da çatışmasa da bulabildiği her türlü aracı kullanmaya hazır olduğunun kanıtıdır.
“... Karşı-devrimin amacı, devrimci sınıfı yoketmek değil, onu kendi iradesine bağımlı kılmak ve bu yolla silahsızlandırmaktır.” Bunu gerçekleştirmek üzere, karşı-devrim güçleri “reform” da yapabilirler, ve hatta devrimin programını bile uygulayabilirler.
Dünya devrimiyle olan bağının ele alındığı “Pazar Sorunu” yazısı ile, Bedir yoldaşın yazısının canalıcı ortak noktası, 1980’lerin güncel sorunlarının ışığında, dünya komünist hareketinin dünya devrimi mücadelesinden uzak düşmesinin, oportünist ve burjuva işbirlikçisi konumları benimsemesinin ardında, esasen, Stalin'in dünya pazarı konusundaki yanlış çözümlemesinin yattığının, okuyucuya açık seçik biçimde gösterilmesidir. İlginç olan, dünya oportünizminin, her renkten menşeviklerin, Stalin’i kimi yerde hakaretamiz bir dille yererken, onun yanlış görüşlerini ise istiflerini bozmadan hâlâ sürdürdükleridir.
TKP eski Genel Sekreteri İsmail Bilen'in ömrünün büyük bölümü, Türkiye Komünist Hareketinin, Komünist Enternasyonal'in bir çok adsız neferi gibi takma adlar altında geçti.
TKP'nin 1973 Atılımı ile Türkiye'de güçlenmesine kadar yoldaşları, siyasi dostları ve düşmanları onu Laz İsmail yada Marat olarak anarlardı. Sovyetler Birliği'nde TKP Dış Büro temsilcisi olduğu dönemde, radyo yayınlarında Erdem, 1960 ve 1970'lerde Türkiye'de dağılan yayınlarda S. Üstüngel ya da Savaş Üstüngel adlarını kullanırdı.
İsmail Bilen broşürü 1960 yılında, günün değişen koşullarında Dış Büro'nun üstlendiği yeni örgütsel girişimler için yol gösteren bir çalışma olarak hazırlanmıştı.
Uzun yıllar boyunca Türkiye'de ve yurt dışındaki TKP çevrelerinde elden ele dolaşırdı. Son baskısı 2004 yılında yapılmıştı.
Lenin, II. Enternasyonal'in Çöküşü
Lenin’in bu uzun yazısı, konuya ve dile hakim bir yoldaş (Y.Koçak) tarafından titizlikle kontrol edilerek İngilizceden çevrilmiş, mümkün olan yerlerde aslıyla karşılaştırılmış, İşçinin Sesi’nin 5 Aralık 1988 tarihli 366.sayısında, 26 Aralık 1988 tarihli 367.sayısında, 9 Ocak 1989 tarihli 368. Sayısında ve 23 Ocak 1989 tarihli 369: sayısında 4 kez, ÇEK-AL bölümünde tefrika edilmişti.
2025 yılında, içinde yaşadığımız dönemin özellikleri ve yazıda işlenen fikirlerin artan önemi dolayısıyla, EMAR Emek Araştırmaları Vakfı olarak, tümünü bir e-kitap olarak yayınlıyoruz.
Derleyenin Notu
Mercan Köklü’nün işçi marşlarımız ve deyişlerimizden derlediği bu kitap, 1998 yılında, İstanbul’da “İşçi Marşları ve Halk Şarkıları” adıyla yayınlandı.
Emperyalizm aşamasının derin bunalımını giderek artan şiddette yaşayan ülkede, son dönemlerde öğrenci ve emekçi halk hareketinde yaşanan silkinme, toplumun üstüne, yetmez ama evetçi alçaklığın da yardımıyla çökmüş olan ölü toprağını biraz olsun silkeledi.
İktidardaki burjuvazinin her türlü hesap ve oyununa, böl-yönet siyasetinin her türlü taktiğiyle emekçi halkın bilincinin bulandırılmış olmasına rağmen, sınıf mücadelesinin şaşmaz mantığı yeniden kendini gösteriyor. Yüzbinlerce insan sokakları, caddeleri, meydanları dolduruyor.
Devlete tepeden tırnağa hakim olan burjuvazi, dinci-milliyetçi ittifak çetesi, elindeki her türlü maddi ve teçhizat üstünlüğüne ve dünyanın önde gelen bütün emperyalist güçlerinin açık ve zımni desteğine rağmen, hak-hukuk-adalet isteyen milyonların tepkisini bastıramıyor, gençliğin coşkusunu söndüremiyor.
Sınıf mücadelesinin bu yükselişiyle birlikte “demokrasi için tek yol devrim” belgileri yeniden alanlarda çınlamaya, ortalığı inletmeye başlamışken, Biz de EMAR olarak, çorbada tuzumuz olsun diye – bu kitapta gördüğümüz türlü eksikliklere rağmen - bu marşları yeniden hayatın içine görevlerini yerine getirmeye çağırdık.
Şimdi sitemize yerleştirdiğimiz İşçi Marşları ve Halk Şarkıları kitabını, yakında müzik kayıtlarının da yer alacağı “interaktif” bir ortam izleyecektir.
Dostlarımızın eksikliklerimizi tamamlamaya yardımcı olurken, bu çabayı çevrelerine tanıtarak yaygınlaştırmaya çağırıyoruz.
EMAR
İŞÇİ MARŞLARI
Amacımız
Dünyamız kapsamlı ve derin bir dönüşüm sürecinden geçmektedir.
“Eski”, “miyadı dolmuş”, “yüksek miktarda enerji ve zaman tüketen” endüstriler, endüstri kolları, teknolojiler giderek yok olurken, dünya çapında emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları, her yönden üstlerine gelen, köklü ve müthiş acılara gebe değişikliklerle yerinden oynamaktadır. On milyonlarca insan, “iş” bildikleri süreçlerin tamamen ya da kısmen ortadan kalktığına şahit olmaktadır.
Dünya işçileri bu büyük değişimler çağında ortaya çıkan fırsatlardan, süreçte yaşananlardan ders çıkarmada; tehlike ve tehditleri küresel sınıf mücadelesinin olanaklarına ve kazanımlarına çevirmede yararlanabilir ve yararlanmalıdır. Tamamı...

