Seminar Series-49
Minimum Wages in a High-Inflation Economy:
The case of Turkey
by Cem Oyvat
Minimum wage policies are a central instrument for reducing poverty, improving income distribution, and enhancing social protection. Yet their broader macroeconomic impacts remain contested, particularly in developing economies with persistent high inflation. Drawing on a Post-Keynesian framework, this paper examines the impact of minimum wage increases on inflation, unemployment rate, demand, and the trade balance in Turkey, a country characterized by persistent high inflation and where approximately three-quarters of the employees earn between 50% and 150% of the minimum wage. Using an empirical analysis, we analyse the relationships between minimum wage adjustments, consumer prices, unemployment, capacity utilization, and trade balance.
Our findings indicate that a 10% increase in the minimum wage raises annual inflation by 1.0-2.0 percentage points. This inflationary effect is primarily driven by the cost channel, as opposed to the demand channel. Exchange rate movements emerge as a more powerful inflation driver than wage adjustments in Turkey's context.
Video: Seminar-49.
ÇEVİRİ
Nazi Almanya’sında “Gleichschaltung”: parti devletinin oluşumu
John Bellamy Foster
Nazilerin devlet içindeki egemenliğini sağlaması, liberal-demokratik düzenin tamamen ortadan kaldırılmasını gerektiriyordu. Bu süreç, (devleti) “hizaya getirme” veya (devletin siyasal partiyle) “senkronizasyonu” anlamlarına gelen Gleichschaltung olarak bilinir ve 1933–1934 yılları arasında yeni politik düzenin (Nazi düzeninin) konsolidasyon dönemini tanımlar.
Bu, parlamentodan yargıya, sivil bürokrasiden orduya, yerel yönetimlerden üniversitelere ve medyaya kadar devletin birbirinden farklı her bir kurumunun Nazi çizgisine çekilmesi, “entegre edilmesi” ve bunun sivil toplumun içinde varolan ideolojik devlet yapısının önde gelen organlarına, eğitim kurumlarına, ticari örgütlenmelere ve daha da ötesine genişletilmesi demekti. (1)
Bu “senkronizasyon”, yani hizaya getirme süreci; ideolojik yönlendirme, aşağılama, yıldırma, zorla işbirliği ve baskı yollarıyla sağlandı. Genellikle kurumların “kendi kendini temizlemesi” için baskı yapıldı.
Önde gelen Nazi hukukçusu Carl Schmitt, Gleichschaltung’un iki temel ilkesini şöyle tanımladı:
- “Aryan olmayanların” tasfiyesi,
- Führerprinzip – “liderlik ilkesi” yani liderin yasaların üstünde konumlandırılması.
Bu dönemde (Nazi) erkinin sağlamlaştırılmasının meşrulaştırılmasında bir tür hukuksal örtü kullanıldı, ki bu sonradan büyük ölçüde kaldırıldı. Schmitt’e göre Gleichschaltung’un amacı “heterojenliğin ortadan kaldırılması” yoluyla birlik ve saflığın sağlanmasıydı.(2)
Devlet başkanı Hindenburg’un Adolf Hitler’i başbakanlığa atadığı tarihten yaklaşık bir ay kadar sonra, Şubat 1933’de meydana gelen Reichstag (Alman parlamento binası) yangını, anayasanın ihlalini meşrulaştıran iki kararnameye zemin hazırladı. Ardından, 1933 Mart’ında, Hitler’e parlamentonun onayı olmadan yasa çıkarma yetkisi veren Yetki Yasası (Millete ve Devlete Yönelik Tehditlerin Ortadan Kaldırılması Yasası) çıkarıldı.
Siyasi muhaliflerin tutuklanması ve tasfiyesi buna eşlik ederken, kamu hizmetinde çalışan herkesin aynı şekilde Gleichschaltung ilkeleri doğrultusunda “hizaya sokulmasına” yönelik “Kamu Hizmetinin Yeniden Tesis Edilmesi Yasası” devreye girdi. Devleti hizaya sokmanın bu ilk evresi, Temmuz 1933’te, Nazi partisi dışındaki tüm siyasi partilerin yasaklanmasıyla tamamlandı. (3)
İkinci aşamada, ordu, üniversiteler, basın ve diğer toplumsal ve kültürel örgütler üzerinde kontrol sağlandı ve Nazi çizgisine entegre edildi. Hitler, Alman ordusu Wehrmacht üzerinde kontrolü tesis etmekle kalmadı, orduyu Nazi projesine entegre etme çabasının parçası olarak, Aralık 1933’te orduyu “ulusun tek silah taşıyıcısı” ilan etti, böylece Nazi Partisi’nin “kahverengi gömlekliler” olarak bilinen yarı-askeri “fırtına birliklerini” (SA’lar-(Sturmabteilung)) bir şekilde devreden çıkarmaya yöneldi. (4)
Önde gelen kültür kurumlarında farklılıkların (heterojenliğin) ortadan kaldırılmasına en iyi örnek, Nazi doktrininin üniversitelere yerleştirilmesidir. Bu alanda, Freiburg Üniversitesi rektörü, Alman felsefeci Martin Heidegger, 1933’den itibaren, üniversiteyi Nazi doktriniyle uyumlu hâle getirmekle resmen görevlendirildi. Heidegger, bu görevi itinayla yerine getirerek meslektaşlarını ihbar etti, onların üniversiteden ihracına yardımcı oldu. Nazi idologu Carl Schmitt ile yakın çalışarak, Nazi ideolojisinin öne çıkartılmasına, antisemitizmin (Yahudilik düşmanlığının) rasyonalize edilmesine yardım etti ve sembolik kitap yakma eylemlerini yönetti. (5)
Gleichschaltung’un üçüncü ve belirleyici aşaması, 30 Haziran - 2 Temmuz 1934 tarihlerinde, SA (Nazi Partisinin fırtına birlikleri) liderliğinin kanlı tasfiyesi ile başladı. Özellikle Hindenburg’un Ağustos’da ölümünü izleyen günlerde , Hitler, hukukun mutlak kaynağı olarak ilan edildi, Carl Schmitt’in “Führer Yasayı Korur” başlıklı yazısı bunu kutsadı. Bu noktadan itibaren faşist yönetim devletin ve sivil toplumun tüm organlarında yerini tamamen sağlamlaştırmış oldu. (6)
Diğer faşist ülkelerde benzer süreçler yaşandı ama daha az kapsamlı oldu. Robert O. Paxton’un İtalya’da Faşizmin Anatomisi kitabında yazdığı gibi, “İtalya’da sadece işçi sendikaları, siyasal partiler ve medya tam anlamıyla hizaya getirilebildi.”(7)
1930’ların Avrupa’sındaki bu gelişmelerin günümüzde birebir tekrarlanması olası görünmüyor. Ancak, neofaşizm, ileri kapitalist sistemin idaresinde, liberal-demokratik düzenin fiilen ortadan kaldırılmasını ve onun yerine büyük sermaye ile ırkçılığı, milliyetçiliği, kadın düşmanlığını, çevrecilik karşıtlığını, eşcinsellik düşmanlığını, aşırı militarizmi benimseyen “alternatif-sağ” hareketin bir ittifakının ikamesini öngören bir yeniden düzenlemeyi hedefliyor.
Tüm bu tepki biçimlerinin daha derin nedeni, işgücünün bastırılmasıdır. Trump'ın alternatif-sağ bağnazlığa yanaşmasının ardında, tüm devlet-ekonomi işlevlerinin özelleştirilmesinin artırılması, büyük şirketlerin daha da güçlendirilmesi ve daha ırksal temelde tanımlanmış bir emperyalist dış politikaya geçiş yatmaktadır.
Ne var ki, böylesi bir neo-faşist stratejinin uygulanması, ABD Kongresi, yargı, sivil bürokrasi, eyalet ve yerel yönetimler, ordu, ulusal güvenlik devleti ("derin devlet"), medya ve eğitim kurumları gibi çeşitli kurumların hizaya getirildiği bir tür yeni Gleichschaltung’u gerektirir. (8)
Hitler, Weimar Anayasası'nı ortadan kaldırarak değil, tarihçi Karl Bracher'in açıkladığı gibi, "onun özünün anayasal yollarla aşındırılması ve yürürlükten kaldırılması, feshi" yoluyla iktidara geldi... (9)
Başa geçtiğinde de, Hitler, hızla Weimar Anayasası'nın (esasen sola karşı bir koruma olarak tasarlanmış olan) 48. maddesine başvurarak yürütmeye orduyla birlikte olağanüstü hal yetkileri isteme ve kamu düzenini yeniden sağlamak için gerekli görülen her türlü önlemi alma yetkisi verdi. Bu, yürütmenin parlamentodan bağımsız hareket etme, kendi başına yasa çıkarma ve medeni özgürlükleri askıya almada “özgürleştirilmesi” anlamına geliyordu.
Reichstag yangınıyla... birlikte, Hitler, bu 48. maddeyi kullanabildi ve böylece gücü yürütmede yoğunlaştırdı.
Bunu kısa süre sonra, kuvvetler ayrılığını daha da aşındıran Yetki Yasası (Millete ve Devlete Yönelik Tehditlerin Ortadan Kaldırılması Yasası) izledi.(10)
Yine de, tam iktidara sahip olmak ve Üçüncü Reich'ı konsolide edebilmek için, Gleichschaltung süreci gerekliydi... 1933-34 yılları boyunca, devletin ve sivil toplumun birçok kolu, büyük ölçüde gönüllü olarak, ancak giderek büyüyen bir terör rejimi altında, yeni Nazi düzenine dahil edildi.
Tüm bunların, geneliyle devletin faşist yönetiminde olduğu gibi, bir yasal biçimle gerçekleştirildiğinin kabulü önemlidir. Tarihçi Nikolaus Wachsmann, Nazi devletinin, hukuku ve yargıyı reddetmek şöyle dursun, "hukuk terörü"ne dayalı bir sistemi dayattığına dikkat çekiyor:
Üçüncü Reich, topyekûn bir polis devleti haline gelmedi. Önde gelen Naziler, en azından diktatörlüğün ilk yıllarında, zaman zaman hukuk sistemine destek olma jestleri bile yaptılar.
Hitler, 23 Mart 1933'te yaptığı konuşmada, halka Alman yargıçların görevden alınamaz olduğu sözünü verdi. Ama aynı zamanda, hukuk sisteminin kendisinin genel istekleriyle uyumlu hale gelmesini de bekledi ve cezalandırmada "esneklik" istedi.
En önemlisi, Hitler ve diğer üst düzey Naziler, yargıçların nihai olarak soyut yasal ilkelere karşı değil, "ulusal topluluğa" karşı sorumlu olduklarını vurguladılar. Buna göre, yargıçlar için tek kılavuz Alman halkının refahı olmalıydı ve acımasız cezalandırmalar sık sık "milletin iradesi" efsanesine başvurularak haklı gösterildi. Aslında bu "irade"nin Nazi liderlerinin ya da daha doğrusu Hitler'in kendi iradesinden başka bir şey olmadığı ise bir çelişki olarak telakki edilmedi.
Hukuk aygıtı, Nazi terörünün temel bir unsuruydu. Siyasi muhalefetin kriminalize edilmesinde ve adi suçun siyasallaştırılmasında merkezi bir rol oynadı. Duruşmalar halktan tamamen gizlenmedi. Aksine, Nazi medyası mahkeme davaları ve cezalarla ilgili haberlerle doluydu.(11) Hitler, Weimar Anayasası'nı bir kenara bırakmayı ve yerine kendi yeni düzenini tanımlamayı açıkça reddetti ve "adaletin bir yönetim aracı olduğunu” savundu. “Adalet, hükmetmenin kodlanmış uygulamasıdır" dedi. Bu nedenle yeni bir anayasa erken olacaktı ve yalnızca "devrimi" zayıflatacaktı. Sonunda, elbette, Gleichschaltung süreci tamamlandı ve Führer'in varlığı / sözü yasayla özdeşleşti, mutlaklaştı.
Kaynaklar:
- Karl Dietrich Bracher, “Stages of Totalitarian ‘Integration’ (Gleichschaltung): The Consolidation of National Socialist Rule in 1933 and 1934,” in Republic to Reich, ed. Hajo Holborn (New York: Vintage, 1972), 109–28;
Robert O. Paxton, The Anatomy of Fascism (New York: Vintage, 2005), 123–24;
Emmanuel Faye, Heidegger (New Haven: Yale University Press, 2009), 39–58.
- Faye, Heidegger, 151–54; Carl Schmitt, “The Legal Basis of the Total State,” in ed. Roger Griffin, Fascism (Oxford: Oxford University Press, 1995), 138–39.
- Bracher, “Stages of Totalitarian ‘Integration',” 118–22;
John Mage and Michael E. Tigar, “The Reichstag Fire Trial, 1933–2008,” Monthly Review 60, no. 10 (March 2009): 24–49.
- Bracher, “Stages of Totalitarian ‘Integration',” 122–24.
- Faye, Heidegger, 39–53, 118, 154–62, 316–22;
Richard Wolin, ed., The Heidegger Controversy (Cambridge, Massachusetts: MIT Press, 1993).
- Bracher, “Stages of Totalitarian ‘Integration',” 124–28.
- Paxton, The Anatomy of Fascism, 123.
- “There’s a German Word that Perfectly Encapsulates Trump’s Presidency,” Quartz, January 26, 2017;
Shawn Hamilton, “What Those Who Studied Nazis Can Teach Us About the Strange Reaction to Donald Trump,” Huffington Post, December 19, 2016;
Ron Jacobs, “Trumpism’s Gleichschaltung?,” Counterpunch, February 3, 2017.
- Karl Bracher, The German Dictatorship(New York: Praeger, 1970), 192–93.
- Bracher, The German Dictatorship, 193–98; On the Reichstag Fire, see
Mage and Tigar, “The Reichstag Fire Trial.” - Nikolaus Wachsmann, Hitler’s Prisons(New Haven: Yale University Press, 2004), 69, 71.
Bu makale, yazarı John Bellamy Foster’ın Trump in the White House: Tragedy and Farce (Monthly Review Press, 2017) adlı kitabından özetlenmiş haliyle, Monthly Review dergisinin Haziran 2025 tarihli sayısında yayınlanmış olup, (s. 27–30, 64–66). Çeviren: Salim Çelik
TKP merkez organı İşçinin Sesi’nde “komünist ahlak” ve kadın sorunu üzerine yayınlanmış ve okuyucu için en gerekli teorik çerçeveyi sağlayacağını düşündüğümüz bir grup yazıyı bu e-kitapta bir araya getirdik.
Bu yazılar, röportaj ve programatik belgeler, kadın cinsini işçi sınıfının mücadelesine siyasal anlamda kazanma; onların binyıllar içinde oluşmuş ve kapitalizm altında katmerlenmiş sorunlarına komünistçe yaklaşma; bu sorunları komünist ahlak çerçevesinde ele alarak çözmeye çalışma ve en nihayet, “sosyalist” olarak adlandırılmış toplumlardan en ilerisi olan Sovyetler Birliği’nde bu konuda ne gibi adımlar atıldığı (ya da atılmadığı) gibi kilit konuları ele alıyor.
Yayınlanışlarından kırk küsur yıl sonra, bu yazılarda ele alınan ağır toplumsal sorunlar, dini ahlakın hortlaması, yoğunlaşan kadın cinayetleri, Kürt ve Türk kadın hareketlerinin giderek güçlenerek toplumda ağırlıklarını hissettirmesi, tüm evreni yalnızca “kâr” gözlüğünden gören burjuvazinin attığı her adımla, kapitalist Türkiye toplumundaki toplumsal çürüme ve dağılmayı azdırması, işçi sınıfının, komünistlerin kadın sorununda, komünist ahlak anlayışı çerçevesinde müdahalesini acilleştiriyor. Bu derleme kitap bu çerçevede yararlı olacaktır düşüncesindeyiz.
Kitap boyunca işlenen fikirleri özetle alırsak, "kadın işçi hareketi yalnızca biçimsel bir eşitlikle yetinmez, onun baş görevi, kadının ekonomik ve toplumsal eşitliği için savaşım vermektir. Baş görev, kadını toplumsal üretime katmak, onu 'ev köleliğinden', mutfağın ve çocuk odasının bunaltıcı, aşağılayıcı, ebedi ve başka birşeye yer bırakmayan bu baskısından kurtarmaktır."
"... Kadınları katmadan, yığınları siyasete çekemeyiz. İnsanlığın yarısını oluşturan kadınlar, kapitalist rejimde, çifte bir sömürü altındadır. Sermaye işçi ve köylü kadını sömürür. Ayrıca en demokratik burjuva cumhuriyetinde bile yasalar erkeklerle aynı eşitliği tanımadığı için kadınlar bütün haklardan yararlanamıyorlar. İkincisi ve en temel olanı da budur; 'ev köleliği' içinde hapsediliyorlar. Kadınlar, en aşağılayıcı, nankör, zor ve bunaltıcı ev işleri ve bireysel aile işleri altında 'ev kölesi'dirler."
“Ev işleri ağır ve monotondur, kadınların zaman ve güçlerinin büyük bir kısmını helak eder, kafa ve görüşlerini darlaştırır, kalplerini sertleştirir, iradelerini zayıflatır. Kadınların bu durumundan hiç rahatsız olmayan kocaları kadar acı bir örnek verebilir miyim? Erkeklerin ezici çoğunluğu, proleterler de dahil, kadınları bu ağır yükten kurtarabileceklerini akıllarına bile getirmiyorlar. Bu işler 'kadın işidir' diyerek, erkek 'haysiyet ve gururu' adına kendi rahatlıklarını düşünüyorlar... Her erkeğin içinde eski hukukun ona verdiği 'bey ve efendi'liğin gizli bir biçimi yatar... Kadın yığınları içinde komünistlerin çalışabilmeleri ve siyasal etkinlik kazanabilmeleri, erkekler için yoğun bir eğitim gerektirir. Parti ve yığınların içinden 'bey ve efendi' ideolojisini en son izine kadar atıp koparmamız gerek."
Her zaman akılda tutmamız gereken, “burjuvazinin kendi sınıf çıkarlarını korumak ve işçi sınıfının bilincini bulandırmak için kendi ahlakını herkes için geçerli ve ebedi bir doğruymuş gibi” gösterdiğidir. Yüzyılların deneyimine sahip burjuvazinin, kendi çıkarları için yararlı olan ahlak kurallarını, sınıflar üstü bir ahlak anlayışı gibi göstermeye çalışmasıyla, sanki “ebedi, değişmez ve genel olarak insanlığın çıkarlarını yansıtıyormuş gibi gösterilen bu ahlak, bilinçsiz ve hatta bilinçli işçilerin bile içine yer eder.” Mücadele bunun için uzun, zahmetli ve meşakkatlidir. Ancak, “kapitalist düzende yaşayan bir proleter ya da bir aydın, Marksizm-Leninizmi kendine rehber edinmişse, bu ideolojiye uygun ahlakı benimsemesi ve pratiğe uygulaması için devrimi ve sonrasını beklemez. İki yüzyıllık burjuva ideolojisi ve ahlakı yerine, komünist ahlakı benimseyip uygulamak da bir eğitim sorunudur. Komünist ideolojinin doldurmadığı her alanda burjuva ideolojisi egemendir”.
Ayla Antepli’nin 1980’lerde İşçinin Sesi’nde yayınlanmış olan üç bölümlük Dünya Devrimi yazısı ile Pazar Sorunu yazısını bu e-kitapta Dünya Devrimi ve Pazar Sorunu Üzerine başlığı altında biraraya getirdik.
Kitaba ek olarak, 1988 yılı sonunda kaybettiğimiz Bedir Aydemir (Yalçın Çağlar) yoldaşımızın nükleer savaş ve devrim ilişkisiyle Stalin’in dünya devrimine zarar veren yanlışını konu alan yazısını; bir diğer İşçinin Sesi yazarı Serdar Soylu’nun dünya devrimi kavramıyla bağlı toplumsal ilerleme kavramını incelediği “Toplumsal İlerleme” yazısını ve TKP konferanslarında kabul edilmiş dünya devrimi üzerine iki belgeyi (karar) veriyoruz.
Ayla Antepli’nin Marksizmin bir kilit kavramı olarak “Dünya Devrimi”ni çeşitli yönleriyle ele aldığı yazıların önemli bir özelliği, solda genellikle sığ bir tarzda, neredeyse küfür gibi kullanılan “karşı-devrim” kavramını derinlemesine açmasıdır. Antepli yoldaş “karşı-devrim, üretim ilişkilerinin üretim güçleriyle çelişkiye düştüğünün onaylanması ve tanınmasıdır” diyor ve ekliyor: “Karşı-devrim şunu kanıtlar ki, burjuvazi sınıf olarak artık yönetmeye ‘... kendi varoluş koşullarını mutlak yasa olarak topluma dayatmaya’ uygun değildir.” Özetle, “karşı-devrim, burjuvazinin erke rakip bir güçle karşı karşıya olduğunun, ayakta kalma savaşı verdiğinin, kendi ‘ilkeleriyle’ çatışsa da çatışmasa da bulabildiği her türlü aracı kullanmaya hazır olduğunun kanıtıdır.
“... Karşı-devrimin amacı, devrimci sınıfı yoketmek değil, onu kendi iradesine bağımlı kılmak ve bu yolla silahsızlandırmaktır.” Bunu gerçekleştirmek üzere, karşı-devrim güçleri “reform” da yapabilirler, ve hatta devrimin programını bile uygulayabilirler.
Dünya devrimiyle olan bağının ele alındığı “Pazar Sorunu” yazısı ile, Bedir yoldaşın yazısının canalıcı ortak noktası, 1980’lerin güncel sorunlarının ışığında, dünya komünist hareketinin dünya devrimi mücadelesinden uzak düşmesinin, oportünist ve burjuva işbirlikçisi konumları benimsemesinin ardında, esasen, Stalin'in dünya pazarı konusundaki yanlış çözümlemesinin yattığının, okuyucuya açık seçik biçimde gösterilmesidir. İlginç olan, dünya oportünizminin, her renkten menşeviklerin, Stalin’i kimi yerde hakaretamiz bir dille yererken, onun yanlış görüşlerini ise istiflerini bozmadan hâlâ sürdürdükleridir.
TKP’nin eski genel sekreteri ve komünist hareketin yeri hâlâ doldurulamamış teorisyeni R.Yürükoğlu’nun siyasal yazılarının altıncı, elimizdeki kaynaklar açısından bakıldığında, son cildini de sitemize ekliyoruz.
Bu kitap, TKP’nin devrimci çizgisinin lideri R.Yürükoğlu’nun 1996 yılı ile aramızdan ayrıldığı 2001 yılı arasındaki dönemde, dünya devrimci hareketinin, komünist hareketin, ve en genel anlamıyla işçi hareketinin gerilemesinin hız kazandığı, komünist saflardan kaçışın yaşandığı, bir zamanlar “ikrar verdim ikrarımı güderim” diyen geçici yol arkadaşlarının sürüngenleşerek TKP safını terkettiği ortamlarda, hem küresel hem yerel, hem stratejik ve hem de güncel örgütsel pratik sorunlar üzerine yazdığı yazıları ve toplantılarda yaptığı katkıları içeriyor. Ek olarak, Yürükoğlu’nun, ölümünden önce tamamlamak için çok çaba gösterdiği Sosyalizm kitabının sonradan yayınlanan üç cildinin önsözlerini, bu kitabın bütünlüğü açısından önem taşıdıkları için buraya aldık.
R.Yürükoğlu, örgütünün iki kongre geçirdiği son dönem yazılarında, parti içinde gelişen ve çözümlenemediği görülen sorunlara sık sık dikkat çekiyor, geleneksel 1 Mayıs gösterilerinde yansıyan ortamın hem partinin, hem de devrimci hareketin içinde bulunduğu çalkantılı bunalımlı ortamın aynası olduğunu hatırlatıyor. Yazı ve konuşmaları, ilkeli örgütsel anlayışların geliştirilmesine ve içselleştirilmesine önem verdiği kadar, işçi sınıfı içinde devrimci çizginin etkinliğinin artırılmasına, SBKP’nin ortadan kalkmasına rağmen etkisini sürdüren “burjuvaziyle işbirliği” çizgisinin sergilenmesine vurgu yapıyor. Her ne kadar günümüzden 25-30 yıl öncesinde kaleme alınmış olsa da, dikkatli bir göz, bu “eski” yazıların, sağlam Marksist teorik kavrayışıyla, günümüzde yüzyüze geldiğimiz çeşitli kilit sorunlara ışık tuttuğunu görecektir.
Son tahlilde, “savaşımın sonucunu kadrolar belirler”. Marks-Engels’in teorisiyle ve en derin bilgiyle kuşanmış, Lenin kuşağının deneyiminin, Sovyetler’in çöküşünün, memleketin ve küresel tek pazarın yaşadığı sorunların Marksist çözümlemesini yapabilen, “işçi sınıfı devrimine” odaklanmış kadrolar... Günümüz koşullarını ve sınıf mücadelesini, örümceklenmiş kafaların önyargılarıyla değil de, hakiki komünist devrimci mercekle görebilen yeni kuşak aydınlar... Beklentimiz bu yöndedir. Bu çerçevede bakıldığında, Yürükoğlu’nun yazılarını okuyup değerlendiren komünistlerin kazançlı çıkacağını düşünüyoruz.
R. Yürükoğlu - Siyasal Yazılar - 5. Kitap
DERLEYENİN NOTU:
Bu kitabı, R.Yürükoğlu’nun 1989 yılından itibaren Alevilik-Bektaşilik üzerine yaptığı ayrıntılı ve derin araştırmaların sonuçlarını dile getirdiği yazılara, ülkedeki ve yakın çevredeki güçlü halk hareketlerinin kaynağı olan Alevilik-Bektaşilik-Kızılbaşlıkla ülkenin geleceğini temsil eden işçi sınıfı hareketi arasındaki ilişkiler, sorunlar ve gelişme perspektifleri üzerine yazdıklarına, konferanslarda ve tartışmalı sohbetlerde dile getirdiği görüşlere ayırdık. Yürükoğlu’nun konu üzerine getirdiği temel ve ayrıntılı yorumlar, kurulu düzenin içinde “rahat” yaşayan çeşitli çevreleri huzursuz etmiş, devletle uzlaşmış olanların uykularını kaçırmıştır. Bu, hem işçi devrimcilerin hem de Alevi dostlarımızın, Yürükoğlu’nca dile getirilen, işaret edilen sorunlar üzerinde daha ciddi ve derin düşünmeleri gereğini tekrar tekrar herkese hatırlatmaktadır. Alevi yığınların devlete karşı verdiği mücadelenin tarihine bakınca, devrimci hareket açısından önemli iki ilke burada tekrar öne çıkıyor. “Gelme gelme, dönme dönme”; "Eline beline diline" sahip ol, kendine ve başkalarına, yalan söyleme! Kendini ve dostlarını aldatma!
İyi okumalar diliyoruz
EMAR
TKP eski Genel Sekreteri İsmail Bilen'in ömrünün büyük bölümü, Türkiye Komünist Hareketinin, Komünist Enternasyonal'in bir çok adsız neferi gibi takma adlar altında geçti.
TKP'nin 1973 Atılımı ile Türkiye'de güçlenmesine kadar yoldaşları, siyasi dostları ve düşmanları onu Laz İsmail yada Marat olarak anarlardı. Sovyetler Birliği'nde TKP Dış Büro temsilcisi olduğu dönemde, radyo yayınlarında Erdem, 1960 ve 1970'lerde Türkiye'de dağılan yayınlarda S. Üstüngel ya da Savaş Üstüngel adlarını kullanırdı.
İsmail Bilen broşürü 1960 yılında, günün değişen koşullarında Dış Büro'nun üstlendiği yeni örgütsel girişimler için yol gösteren bir çalışma olarak hazırlanmıştı.
Uzun yıllar boyunca Türkiye'de ve yurt dışındaki TKP çevrelerinde elden ele dolaşırdı. Son baskısı 2004 yılında yapılmıştı.
Lenin, II. Enternasyonal'in Çöküşü
Lenin’in bu uzun yazısı, konuya ve dile hakim bir yoldaş (Y.Koçak) tarafından titizlikle kontrol edilerek İngilizceden çevrilmiş, mümkün olan yerlerde aslıyla karşılaştırılmış, İşçinin Sesi’nin 5 Aralık 1988 tarihli 366.sayısında, 26 Aralık 1988 tarihli 367.sayısında, 9 Ocak 1989 tarihli 368. Sayısında ve 23 Ocak 1989 tarihli 369: sayısında 4 kez, ÇEK-AL bölümünde tefrika edilmişti.
2025 yılında, içinde yaşadığımız dönemin özellikleri ve yazıda işlenen fikirlerin artan önemi dolayısıyla, EMAR Emek Araştırmaları Vakfı olarak, tümünü bir e-kitap olarak yayınlıyoruz.
Derleyenin Notu
Mercan Köklü’nün işçi marşlarımız ve deyişlerimizden derlediği bu kitap, 1998 yılında, İstanbul’da “İşçi Marşları ve Halk Şarkıları” adıyla yayınlandı.
Emperyalizm aşamasının derin bunalımını giderek artan şiddette yaşayan ülkede, son dönemlerde öğrenci ve emekçi halk hareketinde yaşanan silkinme, toplumun üstüne, yetmez ama evetçi alçaklığın da yardımıyla çökmüş olan ölü toprağını biraz olsun silkeledi.
İktidardaki burjuvazinin her türlü hesap ve oyununa, böl-yönet siyasetinin her türlü taktiğiyle emekçi halkın bilincinin bulandırılmış olmasına rağmen, sınıf mücadelesinin şaşmaz mantığı yeniden kendini gösteriyor. Yüzbinlerce insan sokakları, caddeleri, meydanları dolduruyor.
Devlete tepeden tırnağa hakim olan burjuvazi, dinci-milliyetçi ittifak çetesi, elindeki her türlü maddi ve teçhizat üstünlüğüne ve dünyanın önde gelen bütün emperyalist güçlerinin açık ve zımni desteğine rağmen, hak-hukuk-adalet isteyen milyonların tepkisini bastıramıyor, gençliğin coşkusunu söndüremiyor.
Sınıf mücadelesinin bu yükselişiyle birlikte “demokrasi için tek yol devrim” belgileri yeniden alanlarda çınlamaya, ortalığı inletmeye başlamışken, Biz de EMAR olarak, çorbada tuzumuz olsun diye – bu kitapta gördüğümüz türlü eksikliklere rağmen - bu marşları yeniden hayatın içine görevlerini yerine getirmeye çağırdık.
Şimdi sitemize yerleştirdiğimiz İşçi Marşları ve Halk Şarkıları kitabını, yakında müzik kayıtlarının da yer alacağı “interaktif” bir ortam izleyecektir.
Dostlarımızın eksikliklerimizi tamamlamaya yardımcı olurken, bu çabayı çevrelerine tanıtarak yaygınlaştırmaya çağırıyoruz.
EMAR
İŞÇİ MARŞLARI

Amacımız
Dünyamız kapsamlı ve derin bir dönüşüm sürecinden geçmektedir.
“Eski”, “miyadı dolmuş”, “yüksek miktarda enerji ve zaman tüketen” endüstriler, endüstri kolları, teknolojiler giderek yok olurken, dünya çapında emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları, her yönden üstlerine gelen, köklü ve müthiş acılara gebe değişikliklerle yerinden oynamaktadır. On milyonlarca insan, “iş” bildikleri süreçlerin tamamen ya da kısmen ortadan kalktığına şahit olmaktadır.
Dünya işçileri bu büyük değişimler çağında ortaya çıkan fırsatlardan, süreçte yaşananlardan ders çıkarmada; tehlike ve tehditleri küresel sınıf mücadelesinin olanaklarına ve kazanımlarına çevirmede yararlanabilir ve yararlanmalıdır. Tamamı...